Komik Bir Kasabada Bir Gün


Yıllar önce, haritada kimsenin işaretlemediği, hatta belki var olduğuna bile inanmadığı küçücük bir kasabada dolaşmaya çıkmıştım. Adı son derece tuhaf bir şekilde “Çıtırgiller Kasabası”ydı ama bu ismin nereden geldiğiyle ilgili kimsenin net bir fikri yoktu. Ahaliden bazıları, vaktiyle burada çok lezzetli çıtır börekler yapıldığını ve kasabanın bununla ünlendiğini anlatırdı. Bir başkası ise yerel bir hikâyeyi işaret ederek kasabadaki insanların sürekli “çıtır çıtır” lafını kullandıklarını söylerdi. Gerçeği asla öğrenemedim, çünkü bu kasabada hikâyeler her zaman birkaç adım ileri atar, asla gerçeği yakalayamazdı. Bu eğlenceli atmosfer de beni hep mest ederdi.

Kasabanın sokaklarında gezinmeye başlayınca insanın ilk dikkatini çeken şey, evlerin tasarımıydı. Hepsi birbirinden renkli, cıvıl cıvıl ve kendi karakterine sahipti. Hatta birkaç ev, sanki çizgi filmlerden fırlamış gibiydi. Pencereler yuvarlak, çatıları eğimli ve kapıları daracık olmasına rağmen içeride kocaman odalar olduğu anlatılırdı. Bazı sokaklarda yürürken sanki bir masal kitabının içine düşmüş gibi hissediyorsunuz. Çocukların güle oynaya koşuşturduğu, hayal gücünün sınır tanımadığı bir yer olarak tanınırdı bu küçük kasaba. Etraftaki kedilerin bile her köşe başında kendi kendilerine maceralar yaşadığına dair rivayetler vardı. Kimi iddialara göre, bu kasabada kediler konuşur ve insanları gizlice dinleyip sonra kendi aralarında dedikodu yaparmış!

Sabahın erken saatinde Çıtırgiller Kasabası’na ayak bastığımda, beni ilk karşılayan kasabanın meşhur ayakkabı boyacısı Hakkı Usta oldu. Onu görür görmez tanımak mümkündü: Başında kocaman siyah şapkası, boynunda kendi elleriyle ördüğü rengârenk atkısı ve elinde asla bırakmadığı küçük defteri… Bu deftere, boyadığı ayakkabılarla ilgili ilginç notlar alırdı. Mesela, “05 Mart’ta boyanan kahverengi botlar sahibiyle tartışmaya girdi, bundan sonra turuncu renge geçiş yapılmalı” gibi tuhaf cümleler yazardı. Kendi çapında bir felsefi yaklaşımı vardı işte. Boya sandığının üstünde de “Aman Dikkat, Çıtırgiller Ayakkabınızın Rengini Değiştirebilir!” yazardı. Bu tuhaf uyarıyı gördüğümde kahkahamı tutamadım.

Hakkı Usta’nın hemen yanından geçince, meşhur simitçi teyze Azime Hanım’la göz göze geldim. Göz göze gelir gelmez, hiç vakit kaybetmeden seslendi: “Gel yavrum, gel! Günün ilk simidi tazecik ve sıcacık, mutluluk garantili!” Onun tabiriyle simitler sadece açlık değil, aynı zamanda ruhsal boşluk da doldururdu. Yılların tecrübesiyle avaz avaz bağırarak satmaya çalıştığı bu simitler, kasaba halkının yegâne kahvaltı tercihi olmuştu. “Bir simit yemezsen, bu kasabanın keyfini tam çıkaramazsın!” diyerek ısrar etti. Ben de dayanamadım, bir tane aldım. Gerçekten de uzun zamandır yediğim en güzel simitti. Fakat o simidin sırrı bence Azime Hanım’ın neşesinden geliyordu. Ona bakınca bile için ısınıyordu.

Kasabayı biraz daha dolaşmaya koyulunca, gözüm davulcuların ve zurnacıların olduğu bir köşe başına takıldı. Gündüz vakti bile ara sıra davul zurna sesleri duyuluyor olması pek olağan bir durum değildi. Fakat Çıtırgiller Kasabası insanı her an bir kutlama havasında yaşamaya meyilli olduğundan, kimse bu seslere şaşırmıyordu. Ne için çalındığı bile belli değildi. Belki yeni güne merhaba demek içindi, belki de birinin kedisi yavrulamıştı ve bu da bir kutlamayı hak ediyordu. Burada en ufak olay bile sanki dünyayı yerinden oynatacak kadar önemliymiş gibi büyük bir coşkuyla karşılanırdı. Yoldan geçen biri gülümsediğinde bile davulcular hop ayağa kalkar, birkaç ritim tuttururlardı.

Ben de davul zurna ekibine el salladım. Onlar da sıcacık gülümsedi ve beni de aralarına davet etti. Bir anda, elimde simitle çay bardağını aynı anda tutmaya çalışarak, ortada dönmeye başladım. Doğaçlama bir eğlence… İşte bu kasabanın ruhu buydu. İnsan hiçbir şey yapmadan bile sanki çiçek açmış gibi hissediyordu. Belki de kendiliğinden gelişen bu neşe ortamı, insanların içindeki çocuğu dışarı çıkartıyordu.

Oradan ayrılıp biraz daha yürüdüm ve nihayet kasabanın kütüphanesini buldum. Dışı pastel renklerle boyanmış, içi ise küçücük ama büyüleyici bir ortam sunan, adına “Hayal Perdesi Kütüphanesi” denilen bir yerdi. İçeriye girer girmez burnuma eski kitap kokusu ile taze demlenmiş çay kokusu birlikte geldi. Kitaplıklar, üst üste yığılmış masal kitaplarından oluşuyordu. Romanlar, öyküler, ansiklopediler birbirine karışmıştı. Ancak asıl güzellik, kütüphanenin ortasındaki minik sahnedeydi. Bu sahnede her gün saat 16.00’da kasaba sakinlerinden biri hikâye anlatır, diğeri ise kuklalarla canlandırmalar yapardı. Kütüphane görevlisi Gülden Abla, beni içeri görür görmez, “Hoş geldin canım benim, bugün henüz anlatıcımız belli değil. Belki sen anlatmak istersin?” diye seslendi. Kısa süreli bir tereddüt yaşasam da böylesi bir fırsat gelmişken kaçırmak istemedim.

Kısa bir düşünme süresinin ardından karar verdim: “Madem öyle, size başımdan geçen komik bir olayı anlatayım.” dedim. Sahneye çıktığımda herkes sessizce kulak kesildi. Anlatacağım hikâye ise, üç yıl önce bir bisiklet turu sırasında lastiğimin patlaması sonucu başıma gelen ve bir tavuğu nasıl yanlışlıkla evlat edindiğime dair komik bir anıydı. Salondaki herkes kahkahalara boğuldu. Hikâyemi bitirdiğimde kütüphanenin içi tam anlamıyla neşeyle inliyordu. Ardından, kuklaları kullanarak hikâyenin bir özetini canlandırmayı denedim. Kuklalarla tavuk, köpek, bisiklet gibi karakterleri sıraladım ve komik ses efektleri çıkardım. Kütüphanede o anı seyreden herkesin kahkahaları kulaklarımdan uzun süre gitmedi.

Bu kasabanın bir başka ilginç özelliği de “Kayıp Eşyalar Meydanı” denilen bir meydanı olmasıydı. Adından da anlaşılacağı üzere, kasabada kaybolan her ne varsa, bir şekilde gelip bu meydanda bulunuyor ya da birileri bulup getiriyordu. Meydanın ortasında kocaman, bembeyaz bir sandık vardı. Sandığın içi hiç boş kalmazmış, çünkü kasaba insanı sık sık eşyalarını unutmaya ya da kaybetmeye meyilliydi. Bunun sebebi muhtemelen herkesin kafasının sürekli neşeli şeylerle meşgul olmasıydı. Orada dolaşırken birden gözüme bir çift turuncu eldiven ilişti. Kenarda asılı duruyordu. Yanında da el yazısıyla kocaman bir not: “Sahibi lütfen geri gelsin. Elleri üşümüş olabilir!” Bu kadar düşünceli insanları başka bir yerde bulmak zor olmalıydı. Turuncu eldivenlerin altında da pembe bir şemsiye, kayıp bir topuklu ayakkabının teki ve üzerinde “Sahibini hâlâ çok seviyor” yazan bir kitap duruyordu. Kitabın adı yoktu, kapağı bembeyazdı. Kim bilir içindeki hikâye nasıldı?

Bu meydanda biraz vakit geçirdikten sonra, gözüme meydanın öbür köşesindeki minik dükkân ilişti: Adı “Anı Avcıları Fotoğrafhane” idi. İçeriye girdiğinizde, sizi ilk karşılayan şey yüzünüzü güldüren komik bir ayna oluyordu. Bu ayna öyle bir ayar verilmiş ki, sizi olduğunuzdan iki kat uzun ve bir o kadar da zayıf gösteriyor. Bir arkadaşınızla giderseniz, gülmekten karnınıza ağrılar giriyor. İçerideki fotoğrafların çoğunda kasaba halkının en eğlenceli anları ölümsüzleştirilmiş. Örneğin, bir fotoğrafta ayakkabı boyacısı Hakkı Usta, yanına bir kedi almış, kedinin patilerini boyayacakmış gibi bir poz vermiş. Bir diğerinde, Azime Hanım elindeki koskoca bir simidi sanki bir yüzükmüş gibi parmağına takarak poz vermiş. Ben de bir hatıra fotoğrafı çektirmeye karar verdim. Fotoğrafçı Bekir Bey, “Bugün senin ruh hâlin nasıl?” diye sordu. Ben de neşeli olduğumu söyledim. “O zaman ‘uçuyormuş gibi gülümseme’ seçeneğini kullanabilirsin.” dedi. Ardından garip bir fon müziği çaldı ve sanki sihirli bir dokunuşla fotoğrafta resmen havada süzülüyormuş gibi çıktım. Bu fotoğraf, kasabadan ayrılırken benim için harika bir hatıra olacaktı.

Karnım acıkmaya başlayınca, kasabanın meşhur lokantası “Aşkın Tenceresi”ni ziyaret etmenin vakti gelmişti. Lokantanın kapısında kocaman bir kalp resmi bulunuyordu ve içeri girerken herkesin yüzüne hafif bir gülümseme yayıldığı söylenirdi. Menüsünde “Mutluluk Çorbası”, “Neşe Dolması” gibi tuhaf isimler yer alıyordu. Ben, menüdeki en ünlü yemekten söyledim: “Sevgi Soslu Makarna”. Tadı gerçekten güzeldi ama isimlerin etkisi mi yoksa içerdiği özel tarif mi bilemem, o makarnayı yerken büyük bir coşku hissettim. Garson, “Biz yemeğe biraz da kahkaha serpiyoruz, o yüzden böyle hissediyorsunuz.” diyerek gülümsedi. Kasaba halkının en belirgin özelliği, her şeyi daha pozitif görmelerini sağlayan o sonsuz neşeleriydi. Bu neşe, sanki yediklerine, içtiklerine, hatta kullandıkları kelimelere bile yansıyordu.

Kasabada öğleden sonrası, kısa ama yoğun bir yağmurla bölündü. Aniden başlayan yağmurda herkes dükkanlarına kaçıştı, pencerelerden dışarı bakıp sokaklarda su birikintilerini izlediler. Fakat bu bile eğlenceye dönüştü. Çünkü yağmur durur durmaz, sokağa fırlayan çocuklar su birikintilerinde zıplamaya başladılar. Çocukların neşesi öyle bulaşıcıydı ki, az önce karnını doyurmuş yetişkinler bile peşlerine takıldı. Sonra bir baktım, çil yavrusu gibi dağılan insanlar yeniden meydana toplanarak, sanki büyük bir su savaşı yapıyormuş gibi birbirlerini ıslatmaya çalışıyorlar. Hatta birkaç kişi “Yağmura teşekkür ediyoruz!” diye şarkılar söylüyordu. İşte Çıtırgiller Kasabası, sıradan bir yağmurda bile kutlama çıkartabilen bir yerdi.

Dolaşmaya devam ettikçe, her sokak başında yeni bir sürprizle karşılaştığımı fark ettim. Mesela, kasabanın arka taraflarında “Baloncuk Bahçesi” denilen bir yere uğradım. Burada gençler ve çocuklar, kocaman sabun köpüğü baloncukları yapıyorlardı. Koca bahçenin ortasında, rengârenk baloncukların uçuştuğu bir görsel şölen vardı. Bazıları o kadar büyüktü ki, içine küçücük bir çocuğu bile sığdırabilecek gibi görünüyordu. Güneşin ışınları baloncukların yüzeyinde parlıyor, her birine gökkuşağının renklerini yansıtıyordu. Gelip geçen herkes en az bir baloncuk üretip gökyüzüne salmayı âdet edinmişti. Ben de büyük bir hevesle denedim. Sabun sıvısını şöyle bir karıştırıp kocaman bir çemberle çektiğimde, iki metre çapında bir baloncuk ortaya çıktı. Birkaç saniye havada süzüldükten sonra patlayıp etrafa küçük damlacıklar saçtı. O kadar keyifliydi ki, orada zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadım.

Akşamüstü yaklaştıkça, kasabanın bir diğer ünlü ritüeli için sokaklarda hazırlık yapılmaya başlandı: “Gün Batımı Gülüşü.” Güneş batarken kasaba halkı tepeye doğru çıkar, güneşin batışını izler ve dakikalar boyunca hep birlikte gülüşürmüş. Sebebi sorulduğunda, “Yarın yeniden doğacak olan güneşi şimdiden coşkuyla bekliyoruz.” derler. Saat yaklaştıkça küçük gruplar hâlinde insanlar yokuşu tırmanmaya başladı. Kimileri yanlarına sandviçler, içecekler aldı. Bir piknik havasında toplanan bu kalabalık, güneş ufukta kızıl ve turuncu renkler sergilemeye başlayınca herkesin el ele tutuşmasıyla birlikte coşkulu kahkahalar atmaya başladı. Bu kahkaha ritüeli, gerçekten insana iyi hissettiriyor. Çünkü birçok kişi için bu sadece bir eğlence değil, aynı zamanda hayatın tadını çıkarmanın sembolik bir yolu. Gündüzü dolu dolu yaşayıp, akşam da hep birlikte yeni güne enerjik bir başlangıç yapmanın önsözü gibi…

Gece vakti ise Çıtırgiller Kasabası bambaşka bir atmosfere bürünüyordu. Evlerin pencerelerinde rengârenk ışıklar yanıyor, kimi camlarda ip gibi dizilmiş küçük lambalar yanıp sönüyordu. Gökyüzünde yıldızlar öylesine parlak görünüyordu ki, insan kendisini kocaman bir uzay şöleninin içinde hissediyordu. Kasaba meydanının ortasında kocaman bir ateş yakıldı. Çoğunlukla haftanın belli günlerinde yapılan bu ateş yakma ritüeli, müziğin başladığı ve dansların edildiği bir partiye dönüşür. Ben de yaklaştıkça vurmalı çalgıların ritmini hissettim ve kalabalığa katıldım. Herkes el ele tutuşup döne döne dans ediyordu. Bir anda karşımda Azime Teyze’yi gördüm, sabahki simitçi enerjisini akşam da hiç kaybetmemişti. Ritmi duyunca bir oraya bir buraya zıplayarak beni piste çekti. “Gel evladım, şu dünya fani ama keyifler baki. Şimdi eğlenmezsek ne zaman eğleneceğiz?” dedi. Haklıydı. Bazen hayatın çok ciddi olduğunu düşünüyoruz ama aslında küçük sevinçler bazen bütün yorgunluğu unutturuyor.

Dansın ortasında, bir köşede bütün bu durumu izleyen Hakkı Usta’yı gördüm. Elinde hâlâ o ünlü defteri vardı. Yanına sokuldum. “Ne yazıyorsun bu sefer?” diye sordum. O da “Gün batımı gülüşümüzü çizeyim dedim, kelimeler bazen yetmiyor.” diye cevap verdi. Gerçekten de defterde rengârenk çizimler vardı. Burada yaşayan insanların yüzlerindeki gülümsemeler, dans edenlerin figürleri, ateşin alevleri… Hepsi canlı, hareketli bir tablonun içinde gibiydi. Hakkı Usta bana döndü, “Seni de çizeyim mi?” dedi. Seve seve kabul ettim. Birkaç dakika içinde beni o cıvıl cıvıl sayfaya dahil etti. Bir elimde kocaman bir baloncuk, diğer elimde sabah yediğim simidin anısı varmış gibi bir resim ortaya çıktı. Elbette ki bu resim, gerçekte olduğumdan çok daha sevimliydi. Ama kasabanın doğasında bu vardı: Her şey biraz daha güzelleştirilir, biraz daha tatlı anlatılır.

Gece ilerledikçe, ortalıkta ufak tefek fısıltılar duydum. “Yeni bir şaka planlanıyor olabilir.” diye düşünürken, tam o sırada kalabalığın içinde kocaman palyaço burnu takmış birkaç kişi gördüm. Meğer kasabada ayda bir kez “Sürpriz Şaka Gecesi” yapılıyormuş. Kimse neler olacağını bilmez, herkes sadece bekler ve kendini eğlenceli bir oyunun içinde bulurmuş. Bir süre sonra palyaço burnu takan ekip, tek tek insanları yanlarına davet etmeye başladı. Meydanın bir bölümünü kapattılar, “Şimdi buradan geçmeye çalışın!” diye bir oyun kurdular. İçerideki engellerin arasından kim daha komik şekilde geçerse, ona ödül olarak “Gülme Paketi” veriliyormuş. İçinde belki çikolata, belki küçük hediye eşyalar, belki de bambaşka sürprizler… Ben de denedim tabii. Engelleri aşarken öyle absürt hareketler yaptım ki, son engelde düştüm. Ama bu düşüş bile alkışlarla karşılandı. Burası öyle bir yerdi ki, başarısızlıklar bile kutlanır, çünkü herkes birbirine bir şekilde destek olup gülümsetmeyi amaçlardı.

Gece boyunca süren eğlence, yıldızların altında masalsı bir tonda devam etti. Yere serilen büyük kilimlerin üzerine uzananlar gökyüzünü izleyerek hikâyeler anlatıyor, kimisi de ateşin etrafında hâlâ dans etmeye devam ediyordu. Hafif bir müzik sesi kulaklarda yankılanırken zamanın nasıl geçtiğini anlamak gerçekten zordu. Çoğu insanın gecenin bir vakti bile enerjisi bitmiyor, sabah olunca kaldığı yerden devam ediyordu. Bu kasaba sanki hiç uyumayan bir çocuğa benziyordu: Sürekli hareket hâlinde, sürekli gülümsüyor, sürekli ilginç bir şeyler yapıyordu.

Yatağa girdiğimde ise aklım hâlâ gün içerisinde yaşadığım onca komik anıyla doluydu. Çocukların su birikintilerinde zıplaması, o devasa sabun köpüğü baloncukları, simitçi Azime Teyze’nin kahkahaları, davul zurna ekibinin gereksiz ama çok eğlenceli coşkusu… Hepsi gözümün önünden geçiyordu. Bu kasabada geçirdiğim bir gün, sanki bir haftaya bedeldi. Onca tanışıklık, onca sohbet, onca kahkaha… İnsan bu kadar çok neşe ve pozitif enerji arasında kendini yeniden doğmuş gibi hissediyor.

Sabah uyandığımda ise kasabanın sokaklarında yine aynı canlılık hakimdi. Beni ilk selamlayan yine Hakkı Usta oldu; gökyüzüne bakıp, “Bugün de güneş bizimle, bir sürü macera bizi bekler!” diyordu. Onun hemen yanında Azime Teyze, “Simidim olmadan asla!” diye bağırarak beni yanına çağırıyordu. Bir taraftan da kütüphanede o gün yapılacak hikâye anlatımı için hazırlık olduğunu duydum. Meydandaki davulcular ise pıt pıt birkaç deneme vuruşuyla yine şenlik başlatma sinyalleri veriyordu. “Böyle bir yeri gerçekten terk edebilir miyim?” diye kendi kendime sordum. Sadece tek bir gün kalmayı planlarken, gönlüm en azından bir gün daha burada kalmaktan yanaydı. Zaten bu kasabanın gizemli çekim gücü, herkesi en az birkaç gün kendine hapsedermiş derler. Zamanın nasıl geçtiğini kimse anlamazmış.

Bu çekiciliğe kapılmamak mümkün değildi. Sonunda, “Bir gün daha kalayım. Hem belki bu sefer kütüphanede kukla gösterisini izleyici olarak deneyimlerim.” diye düşündüm. Sonra belki Baloncuk Bahçesi’nde yeni rekorlar kırar, dev baloncuklar yaratırdım. Belki de kayıp eşyaların peşine düşer, o beyaz kapağı olan kitabın sırrını çözmeye çalışırdım. Her hâlükârda, Çıtırgiller Kasabası’ndan ayrılmak için acele etmek büyük bir haksızlık olurdu. Burada öğreneceğim, keşfedeceğim ve paylaşacağım çok şey olduğunu hissediyordum.

Ertesi gün, kaldığım yerden devam ettim. Azime Teyze’nin simitleriyle güne başladım, Hakkı Usta’nın yeni çizimlerine göz attım, sonra meydanın köşesindeki minik el işleri pazarına gidip el yapımı bir defter aldım. Bu defter, bana kasaba halkının enerjisini hatırlatacak bir hatıra defteri olacaktı. İçine gördüğüm her neşeli detayı, aklıma gelen her komik anıyı yazmaya başladım. Sonraki günler kasabanın her noktasını biraz daha keşfe çıktığımda, sadece sokakları değil, aynı zamanda insanların kalplerini de keşfediyormuşum gibi hissettim. Kimiyle derin sohbetlere daldım, kimisiyle sadece göz göze gelip gülümsedim. Ama bu küçük anların her biri, kendi içinde büyük birer mutluluk kaynağıydı.

Çıtırgiller Kasabası’nda geçirdiğim günler, hafızamda renkli bir rüya gibi yer etti. Eğer bir gün yolunuz düşerse, mutlaka bu kasabada en azından birkaç gün kalmaya bakın. Sabahın erken saatinden gecenin geç vaktine kadar eğlence, coşku ve kahkaha hiç eksik olmaz. Kaybolsanız bile bulunacağınız yer belli: Kayıp Eşyalar Meydanı. Acıkırsanız bir simit uzatanınız mutlaka olur. Moralinizi bozacak bir şey olursa, sizi kocaman sabun köpüğü balonlarıyla neşelendirecek birileri kesinlikle vardır. Ve akşam olup gün batımında hep birlikte gülmek, belki de yaşanabilecek en keyifli aktivitelerdendir. İnsan, kalbini mutlulukla doldurmak istiyorsa, bu kasabadan daha iyi bir yer düşünemiyorum.

İşte hikâyem bu kadar. Çıtırgiller Kasabası denilen yerde geçirdiğim kısacık bir sürenin bile nasıl büyük izler bıraktığını anlatmaya çalıştım. Hayatınızda bazen durup şöyle bir soluk almak, etrafa daha meraklı gözlerle bakmak, ufak detaylardan büyük sevinçler çıkarmak gerek. Günlük telaşlar, yorgunluklar, karmaşalar arasında belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, Çıtırgiller Kasabası’ndaki o sınırsız neşe. Unutmayın, bu kasaba haritada olmasa bile her insanın yüreğinde küçük bir Çıtırgiller yaşatma imkânı vardır. İhtiyacınız olan şey, belki sadece bir simit boyu mutluluk, belki de bir davul zurna ritmi kadar coşkudur. Dünya ne kadar büyük ve bazen zor olursa olsun, küçük bir kahkahanın yeri de daima büyüktür. Bu gerçeği aklınıza getirdiğiniz an, Çıtırgiller Kasabası’nın ruhu, sizin de günlük yaşamınıza dokunmaya başlayacaktır.